Ne dünya yeteri kadar güvenli, ne insanlar izanlı ve tekin.
Yaşamak için BİRARADA gerekli olan şey TOPLUMSAL EKİN...

KANAMAK (3)

Gelişmişliğin simgesi insan, hem doğayı tahrip eder bir tutum sergiler, hem de kendi ilişkileri içerisinde zorlukların, düşmanlıkların temelini atarak yaşanabilir bir dünyayı adeta cehenneme dönüştürür. Tarihten gelen sebep sonuç ilişkilerine bakıldığında, çıkar ilişkilerinin, insanlar arası, toplumlar arası çelişkileri tetikleyen temel unsur olduğu tespitini yapmak yanlış olmasa gerektir.

İlkellikten sanayi çağına kadar, klan’sal, kavimsel, dinsel çatışmaların temeli hegemonyacı anlayışla ifade edilebilir. Feodalizmin çözülmesi ve kapitalizmin oluşumuyla birlikte, pazara yönelik arzın arttığı, kaynak kullanımına yönelik sermayedar talebin yoğunlaştığı, buna uygun olarak devlet ve devlete bağlı erklerin mevzilendirildiğini gözlemleriz. İç talebin arzın gerisinde kalmasıyla yeni pazarların oluşturulması istemi, gelişimini tamamlayamamış ülke sınırlarını tahakküm altına alma girişimiyle sonuçlanır. Bu girişim öylesine bir hırsa bürünür ki, engel olmaya çalışan her barikat yıkılıncaya, hedef alanlar denetim altına alınıncaya ve tehditler yok oluncaya kadar sürer gider. Çıkar savaşlarının nedenleri saf bir milliyetçilik, ya da türevi kılıflarla ustaca örtülmeye çalışılır. Hedef ülkelerin kaynakları, yolları, limanları denetim altına alınarak, işbirlikçi yönetimler oluşturularak, sömürgecilik legalleştirilir.

1900 lü yıllardan itibaren günümüze kadar bu minval doğrultusunda iki dünya savaşı yaşanmış, on milyonlarca insanın ölümünün yanı sıra yeni haritalar oluşturularak uydu devletler icat edilmiştir.

Birinci dünya savaşının açık işgale yönelik girişimleri zaman içerisinde tepkiselliğe sebebiyet verdiğinden, yeni bir sosyal devlet anlayışının(sosyalizmin) kazandığı sempatinin giderek yükselmesinden kaynaklı olarak, ikinci paylaşım savaşı sonrasında sömürgecilik kavramı yeniden örgütlenerek gizli işgal metotları ağırlık kazanmıştır. Bu şekilde yerli işbirlikçilerle oluşturulan, sözde bağımsız devlet organları vasıtasıyla, hem tepki elimine edilmiş, hem de çıkarların bekçiliği görevi denetimli şekilde ehillerine(askeri, siyasal, bürokratik) devredilmiştir.

2. dünya savaşından sonra, hakimiyet alanlarında daralmayla yüz yüze gelen emperyal politikalar, ciddi bir sarsıntıyla karşı karşıya gelmiştir. Alternatif bir yönetim biçiminin rüştünü ispat etmesi ve dünya nüfusunun 1/3 nün sosyalist sistemle yönetilmeye başlanması, etki alanlarındaki ülkelerde muhalif yapıların oluşması, nükleer gücün eriştiği seviye nedeniyle yeni bir genel çatışmanın imkansızlığı, sürekli krizlerin tetikleyicisi olmuştur. Krizlerini savaş yöntemleriyle çözümlemeye alışmış emperyalist politikalar, taktiksel olarak tercihlerini bölgesel çatışmalarla sürdürmeye yönelmişlerdir. Başta ABD emperyalizmi ve onun kıta avrupasındaki müttefikleri antlaşmalar imzalayarak paktlar(bm,nato vb) oluşturmuş ve çıkarları doğrultusunda dünya üzerindeki kaynakların paylaşımında müdahil olmuşlardır.

Yeni Sömürgecilik sistemi, “demokrasi ve özgürlük” paravanıyla örtülerek, gözler boyanarak, devamlılığı günümüze dek sürdürülmüştür ve sürdürülmektedir.

İkinci paylaşım savaşı sonrası özellikle orta doğudaki petrol kaynaklarına yönelik girişimler dikkat çekicidir. Bu bölgedeki kaynak kontrolü stratejik öneminden dolayı sürekli bir karmaşayı tetikler hale gelmiştir. Bir yandan

1948 lerden itibaren İngiltere ve müttefiklerinin desteğiyle oluşturulan İsrail devleti, öte yandan petrolün varlığı bölgeyi barut fıçısına dönüştürmüştür.

Gelişkinliği sınırlı yada daha doğru bir deyimle sanayi ve ticareti gelişmemiş Ortadoğu ülkeleri, abluka altına alınarak kaynakları(petrol) emperyalist ülkelere aktarılmaya başlanmıştır. 

HAYRİ YÜCEL
12-06-2012