Ne dünya yeteri kadar güvenli, ne insanlar izanlı ve tekin.
Yaşamak için BİRARADA gerekli olan şey TOPLUMSAL EKİN...

YALNIZLIK

Betimlenmeyen kaotik bir duygu yüklemesi olarak yalnızlık, sosyal arenadan kendini soyutlama çerçevesinde içe dönük hesaplaşmanın yoğunlaştırılmış adıdır.

Yalnızlığa ilişkin sonsuz sorular üretilebilir asıl sorgulanması gereken yaşam biçimi, genel ilişki ağlarında bizim duruşumuz ve çözümlemeler üretip üretmememiz, bunda ne kadar ısrarcı oluşumuzdur.

Yalnızlığa dair genel sorular ışığında çözümleme gayreti gösterelim.

Herkes çevresindeki tüm kalabalığa rağmen yalnız hissetmez mi kendini?

Evet herkes çevresinde ki tüm kalabalığa rağmen zaman zaman yalnız hissedebilir kendini. Bu insanın doğasında ki bir ayrışmadır ve olayların oluşumu kendi istemleri dışında geliştiği anlarda ister istemez içine düştüğü bir duygu yoğunlaşmasıdır. Bu karmaşık duygu silsilesi kendi öznel koşullarını, istemlerini, nesnel koşullardan ayrıştırma yanlışlığıdır. Bu durumda yapılması gerekenleri (ilişkilerin gözden geçirilmesi, aşılmaya ilişkin çaba, paylaşmaya yönelik girişim) yapmayarak içe dönük bir hesaplaşma sürecine giren kişi, iç hesaplaşmasını da doğru bir zemine oturtamıyorsa, daha fazla yalnızlık hissine gömülebilir, hatta bunaltı derecesinde çevresinden ve kendisinden nefret eder hale gelebilir. Özeleştirisini doğru yapabilen kişi, sorunlarını aşma doğrultusunda hızlı adımlar atabilirken, bu doğruyu yakalamayan birey, eğer çevresinde paylaşabileceği insanlarda yaratamıyorsa sürekli yalnızlık bataklığında kulaç atar ve asla yüzeye ulaşamayarak beyhude bir çabanın içinde boğulur.

Herkesin yüreğinde yalnızlık duygusu yok mudur ve herkes çoğu zaman yalnız yaşamak zorunda kalmaz mı tüm acıları, zorlukları ?..

Evet herkes çoğu zaman yalnız yaşamak zorunda kalır, acıları, zorlukları. Bu kaçınılmaz bir zemindir. Bir acı yoğunlaşması, bir zorluk en çok kendisini yorar ve tarifi mümkün olmayan ızdırap nedeni olabilir. Ancak kişi tek başına “soyut” bir yaşam sürdürüyorsa bu durum gerçekliği ifade edebilir. Oysaki sosyal bir ilişkinin içerisinde bu duygular ilgili birey için geçerlidir ve kendisini yalnız hisseden birey en azından bir başkasının da bu konuda acı çektiğini, yalnızlık, çaresizlik duygusuna kapıldığını anlayabilir. Burada ki yalnızlık ancak bütününden (ilişki bütününden) kendi payına düşen yalnızlık olabilir ki, bu da yaşamın içerisinde mevcut olabilecek en doğal durum ve yadsınamaz gerçekliktir.

Paylaşılanlar sadece kısıtlanmış duygular değil midir ?...

Bu belirlemeyi yaparken, yaşanılan çevre ve bire bir ilişkilerin samimiyeti net bir şekilde ortaya konulmalıdır. Her şey herkesle paylaşılamayacağı gibi, böyle bir bakış açısıda temelden sakat bir mantığa tekabül eder. Özele ilişkin sorunların uluorta tartışılamayacağı açık bir gerçeklik olduğuna göre, paylaşımın genel çerçevesi de bu şekilde çizilmeli, sorunların direk muhataplarıyla yapılacak teatilerle çözümler üretilmelidir. Duyguların samimi olarak tartışılması gereken durumlarla ilgili şahsa açık yüreklilikle her şey anlatabilmeli ve kesinlikle bundan sakınılmamalıdır. Kıskaç altına alınmış bir duygunun, düşüncenin sahibi kişi, kendini ifade etmek için bir ortam yaratamıyorsa bastırılmış duygu ve düşünceleri ile yoğun bir kaosa sürüklenebilir. Bağımlılık derecesine göre genellikle kişiler duygu ve düşüncelerini aleni biçimde açıklayamazlar. Aidiyet olgusunun yarattığı sıkıntılarla başkalarının mutluluğu ya da mutlu olmaları için kendi mutluluklarını es geçerler. Oysa bu büyük bir yanılsamadır. Her şey inkar edilebilir ancak kendi kendini yadsıyarak sonucun doğru bir şekle bürünmesi mümkündür.

Senin üzerinden hesaplar yaparak, senin sorunlarını önemsiz görenlerle paylaşılabilecek her hangi bir şey yoktur. Paylaşımın temel esası karşılıklı saygıdan geçmelidir ve temel – evrensel insani – yaklaşımlar üzerine inşa edilmelidir. İkilem içinde bunalmak paylaşımı imkansız kılar. Ya da şöyle diyebiliriz: Kaplumbağa kabuğuna çekildiği sürece güvenli (!) bir yaşam sürüyor gibi olabilir ama çevresiyle bütün bağlarını kopardığından ötürü mutlu bir yaşam sürdüğünü kimse iddia edemez hatta harekete geçmediği sürece kimse yaşadığını da öne süremez. Bu da insan benliğini yıpratmaz mı bir süre sonra ?

Evet, kaplumbağa sükûnetiyle riayet edilen bir yaşama biçimi insan benliğini yıpratır ama çevreye bakmak için bir kere çıkarırsan başını, bir kez kolaçan edersen etrafını bu sorunu kendiliğinden çözüldüğünü görebileceksin. Unutma ki kaplumbağalar isterlerse tavşandan önce hedefe varabilirler. Tavşan tembelliğine yakalanmadan, ürkmeden, kaplumbağa adımlarıyla ama kararlı ve inatçı bir yürüyüşle yıpranan benliğini, onurunu tamir edebilme yetisini bulabilirsiniz.

Yalnız başıma üstesinden gelebilirim zannedersin, saçma sapan bir fikre bağlanırsın, kendi mutluluğunu es geçersin, zaman ilerledikçe sıkıntıların artmaz mı ?

Bu birleşik soru silsilesi kendi cevaplarını kendi içinde taşıdığından dolayı çözümlenmesi de bir o kadar kolay. Sorunların üstesinden yalnız başına gelmek önce doğru analizlerle mümkün olabilir. Ne yapmak istediğini bilmek… sadece bilmek değil bunun için harekete geçmek… sadece harekete geçmek değil bunu hayata uygulamak sürekliliği kazanılmalıdır. İkirciklenmeleri bir kenara koyarak, kararlılığı ön plana çıkarmak sonuca ulaşmada en önemli merhaledir. Aldığın kararları hayata uygulanırken yeni acıların yaşanacağı kaçınılmazını göz ardı etmemek gerekiyor. Çünkü ait olduğun çevrenin kalıplaşmış modellerini değiştirmeye çalışırken ciddi ayak diremeleri ve duygusal- dirimsel karşı koyuşları bünyede çalkantılara neden olacaktır. Ama hiçbir fırtına benliğinde ki borandan daha tehlikeli değildir. Öncelikle benliğinde ki boranı tesirsiz hale getirmezsen dışarıdan gelen en ufak temasta sallanıp yere düşmen kaçınılmaz olur. Nedenlerin ( ki bunlar birey için hayati öneme haizdir ) yaşama gücünü oluşturuyorsa, engellerin üzerinden atlamak mutlaktır. Bu anlatım tavır ve davranışlarla olgunlaşmış bir dille aktarılabilmeli ve kabul ettirebilmelidir. Sabırlı ve uzun bir yürüyüş olsa bile. Bu saçma sapan bir fikre tekabül etmez, aksine saçma sapan ilişkiler yumağını çözümlenmesi için önemli bir uğraş biçimidir, yaşamın kendisidir. Betimlediğin türdeki “kendi mutluluğunu es geçerek sıkıntıların artması” nesnelliğin aslında bir yanılsama olduğunun yadsınması gerektiğinin ve insan realitesinin doğru bir çizgiye oturtabilmesinin mücadelesidir. Mutluluğun resmi belki çizilemeyebilir ama mutlu olmak için çaba sarf edilebilir. Teslimiyetçiliğe kapılmadan uzun erimli ve yaşamak adına, tabii ki hazırsan ve bilenmişsen yaşamaya.

Paylaşmak istersin paylaşamazsın. Bir gün aynaya baktığında kendini tanıyamazsın. Ne gerçek düşüncelerin vardır ne de gerçek kimliğin. Sonuçta bütün insanlar yalnız değil midir?

Paylaşmak istediklerin birincil konumdaki karşıtlarını oturtamadığın zaman paylaşım zaten gerçekleşmez. Paylaşım doğru iletişimin, doğru zeminde, doğru kişilerle kurulmasıdır. Paylaşabileceğin insanları zaman ve mekan mefhumu senin gerçekliğine uymuyorsa paylaşımın gerçekleşmesi ütopyadan ibaret kalır ki bu da kişinin pratik yaşamdaki yanlışlıkları doğru tahlil edilmemesinden kaynaklanır. Her birey bu hataya düşebilir ve yaşanan olumsuzlukların sorgulanmasında kendisine karşı itici bir tavır içerisine girebilir.

Oysa yapılması gereken, bütünün içerisinde üzerine düşen rolün kendisine biçildiğinin ve oynanması istendiğinin farkına varılmasıdır. Bu kavram yakalandığında “senaryonun parçası olarak yaşama” ile “senaryonu yeniden çizip yaşayarak” ereğine ulaşmanın ayrımı net bir biçimde ortaya çıkar. Gerçek düşüncelerin ve gerçek kimliğin gizlendiği nokta tam buradadır. Doğaya en çabuk uygunluk sağlayan, rengini bulduğu mekana uyumlu hale getirerek yaşamını idame ettiren ve böylelikle gizlenebilen tek canlı varlık bukalemundur. Bu ilginç özellikli yaratık yaşayabilme güdüsü ile renkten renge girerek korunur ve asla rengi belli değildir. Ama insan denilen varlık bütün edimleriyle böyle bir varlıktan faklı olmalıdır, en azından teoride.

Yaşama baktığımızda insanlarında bu yaratıklardan farklı olmadığını, günlük çıkarlar uğruna renkten renge, kılıktan kılığa girdiğini kaçınılmaz olarak görüyoruz. Konu insan olduğu zaman bunun böyle olmaması gerektiğinin de bilincindeyiz. Ancak çevremizdeki ilişkilerin, sosyal aktivitelerin bireylerin getirdiği nokta ne yazık ki bu acı sona ulaşılıyor. Bilinçsizlik, ayrıştıramama, değerlendirip geliştirememe, yön çizememe yani insani olmayan tüm eksikliklerin bütünlüğünün baskısı karşısında direnememe çevreye uyum sağlamayı zorunlu gibi gösteriyor ve bu yaşam biçimi kısa bir süre sonra alışkanlıklar haline dönüşerek bilinci - değişimi – gelişimi ya da insanca yaşamayı – tercihlerin baskısız uyulmasını – mutluluğu – saygıyı – sevgiyi yadsıyarak çember içerisine alıyor. “Ya çember kırılmalı ya da içimizdeki volkanik patlamalarla yaşamalıyız” buradaki mukayese insan olmak yada öyle davranmak ikilemidir. İçimizde ki aynanın ne gösterdiğin her zaman kontrol etmek zorundayız. Bu kontrol hayatın her alanına uygulanmalı ve sürekli yenilenmelidir. Belirleyici iç aynamızın ne gösterdiğidir. Ama aynaların bağlanmasına asla izin verilmemelidir. Fiziki aynaların her hangi bir ehemmiyeti olmadığı gibi önünde fazla zaman geçirmekte literatürde biraz farklı adlandırılır.

Ben olma yolunda atılan her adım yoksunlukların ağırlaştırılmış baskısını omuzlarında hissetmene, güven temelinde paylaşım, nefeslenmene sebebiyet verir.

Unutulmaması gereken; umudu üretende tüketende insandır.

Umut saf bir hayalden ibaret, yaşam ise gerçekliktir. Bireysel umutların yaşamı kısırlaştırdığından hareketle, dışa açık ( istismara dayalı ) sosyaliteyi geliştiren tavır, yalnızlık bunalımının yegane ilacı olabilir. Sosyal ilişkilerde kullanılması gereken yöntem ise; ne hak ettiğinden fazla değer ne de küçümseme olmalıdır.

“ Benleştikçe büyür yalnızlık, bizleştikçe küçülür.”

HAYRİ YÜCEL
01-01-2003