Ne dünya yeteri kadar güvenli, ne insanlar izanlı ve tekin.
Yaşamak için BİRARADA gerekli olan şey TOPLUMSAL EKİN...

TOPLUM-DEVLET- SİYASET

Yaşamda birey sosyal hayatı, ekonomik akışı, kültürel biçimlenişi, politik seçenekleri, felsefi açılımları sentezleyerek bir dünya görüşü oluşturmak ve bu dünya görüşü çerçevesinde ilişkilerini biçimlendirmek gibi yükümlülüklerle karşı karşıyadır. Bu biçimleniş genelde ve ülkemizde çevre ilişkilerle belirlendiği gibi, eğitim ve bilincin yerleşik kuralları altüst ederek farklı bir bakış açısını da oluşturduğunu gözlemlemekteyiz.

Yaşamın oluşumundan itibaren sosyolojik bir varlık olarak insan, bir arada yaşama ve yaşamı paylaşma ihtiyacını örgütlemiştir. Çevre şartlarının (iklimin, doğal ortama karşı korunma ihtiyacının, üretim biçiminin) dayattığı bu birliktelik zaman içerisinde ölçülü, kurallara bağlı, yönetimsel amaçlı üst organların varlığını kaçınılmaz kılmıştır. Önceleri doğaya ve dışarıdan gelen tehlikelere karşı oluşturulan klan tipi, aşiret tipi birliktelikler, örgütlenme biçimleri, ihtiyaçların farklılaşması, yerleşim biçimlerinin değişmesi, yaşama alanlarının üretimden gelen pazar ilişkileri doğrultusunda oluşumuyla bir üst aşamaya, klan, aşiret ya da derebeylikler ötesinde ve üstünde devletin örgütlenmesine kadar süregelmiştir.

DEVLET VE ALT ÖRGÜTLER

Devlet toplumsal yapının ihtiyaçlarının dengeleyici unsuru olma vazifesiyle donatılmıştır. Kamusal alanın, kişi hak ve özgürlüklerinin sosyal güvencesi ve düzenleyicisidir. Böyle bakıldığında devletin kutsiyeti herkes tarafından kabul görebilir ancak bir başka bakış açısıyla devlet, farklılıklar arasındaki dengede maddi gücü elinde bulunduranların sözcüsü ya da diğer bir deyişle günümüz koşullarında mülkiyetin teminatıdır.

Söz konusu mülkiyet olunca devlet, sosyal hayatın düzenlenmesinde önceliği insan odaklı olmaktan çıkarıp belli bir kesimin (mülk sahiplerinin) koruyucusu olma konumuna bürünmektedir. Sosyal devlet algısının değişkenliği doğrultusunda farklı düşüncelerin örgütlendirilmesi, yani eşitlik, özgürlük ve adalet zeminindeki insan odaklı arayış ve düşünsel gelişim bu anlamda kaçınılmazdır. Böylelikle devletin çalışma biçimi, uygulamaları, takındığı tavır kurumsal anlamda tartışmaya açık bir zemin oluşturur.

Siyasallaşma süreci, pratik sürecin işleyişine ortak akıl çerçevesinde yöneltilen eleştirel bütünlükle tanımlanabilir. Yorumlamalarda bireysel düzlemden toplumsal düzleme doğru tırmanan fikir paylaşımı giderek dar kümelenme, birliktelik, genele aktarım, gelişme ve irade olma yolunda ilerler. Buradaki iradenin betimlenişi geçmişte feodal ilişkilerle açıklanırken, günümüz dünyasında dernekler, sendikalar, kooperatifler ve siyasal partilerle anlam bulur.

Oluşturulmuş işleyişin (devletin)yetersizliğini, ilgisizliğini ya da nasıl daha verimli hizmet verebileceğini vurgulamak açısından her bir öğe ayrı ayrı önem taşır. Dernekler, sendikalar ve kooperatifler kısmi istemler etrafındaki örgütlenme biçimini ifade ederlerken, siyasal partiler tüm bu oluşumların üzerinde, onların istemlerini de kapsayan söylemlerin temsilcisi olma konumundadır. Devletin varoluş biçimini, hizmet anlayışını sorgulama, alternatif çözümlerle yeni açılımlar yapma, sosyaliteyi geliştirme, paylaşımı adil bir düzeyde tutma yani çözüm üretme noktasında temsil siyasi partilerin temel işlevidir.

PARTİLEŞME

Birlikte yönetim yada yönetimsel birliktelikler belli bir düşünce etrafında oluşturulmuş, hedefleri çözümsel üretim olan kademeli organları içerir. Bu organların her biri diğerinin tamamlayıcısı, vazgeçilmezidir. Toplumsal sorunların çözümlemelerinde organik bağların(örgütsel yapının)sosyal ilişkileri gelişimin temel göstergeleridir. Kendi nizamını aşağıdan yukarıya-yukarıdan aşağıya doğru bir orantıda belli bir disiplin anlayışı, bütünlük içerisinde kurabilen yapılanmalar çözümsüzlüğün alternatifi, çözümün belirleyicisi olarak adlandırılabilirler. Siyasal hedef gözeten, bu doğrultuda örgütlenme biçimlerini oluşturan, sürekliliği olan, eylemsel bütünlüğü yakalayabilen, düşünsel açılımlarla-projelerle ikna metodunu yerleştirebilen ve bütün bu çalışmalarını katılımla geliştirebilen yapı canlı bir organizma görüntüsüyle siyasi arenada çözüm merkezi olarak algılanabilir.

SİYASİ PARTİ OLUŞUMUNUN FELSEFİ VE EKONOMİK ALTYAPISI

Çağımızda siyasal örgütlenme biçimleri felsefi altyapılarına dayalı olarak, dar milliyetçilik(ırkçılık), liberalizm(kapitalist versiyonlar), dinsel fanatizm(fundemantalizm) ya da ılımlı dinsel akımlardan(ki amaç olarak aynı içeriktedir) sosyal demokrasi ve sosyalist düşünce akımına kadar uzanmaktadır. Bu farklılaşmanın temeli, insana bakışı, yorumlayışı ve toplum içinde mevzilendirilmesini içerir.

Bu bağlamda siyasal akımlar incelendiğinde

Milliyetçilik: ırksal farklılıklarla dar bir alana sıkıştırılmış, üstün insan safsatasıyla bilinçten, bilimsellikten uzak, kendinden olmayanı ya da böyle düşünmeyeni insan olarak nitelendirmeyen, eğitimsel sığlık ve cehaletten beslenerek ideolojik altyapısını oluşturan siyaset biçimini.

Liberalist düşünce tarzı; ırksal ve dinsel yapıyı yedekleyerek(kullanarak)insanların yaşam içerisindeki yerlerini pazardaki gücüne göre değerlendiren, gücü topluma değil de sermayeye dayandıran, sermayenin özelleştirilmesinin tek ve gerçekçi çözüm olduğu varsayımını savunan, zaman zaman nispi yani geçici refah ortamı sağlayarak(kısıtlı bir kesime)iktidarının devinimini sürdürmeye çalışan anlayışı(ki bu anlayış mevcut yönetim biçimleri içerisinde yüzyıllardır hakimiyetini şöyle-böyle sürdürmektedir) yani ben merkezciliği.

Fundemantalizm(dinsel fanatizm) ya da ılımlı(!) dinsel siyasi örgütlenme; yaşamı bilinmezliklerle donatarak, insanı uhrevi kıstaslar içerisinde tanımlayıp, toplumsal ilişkilerde kaderciliği teşvik eden anlayışı işaret eder. Buna göre bireysel davranışların nizamının dinsel tema ve söylemlerle çizileceği, her şeyin kader olduğu, isyan edenlerin tanrıya karşı geldiğini, yorum ve yönlendirmenin ancak ruhbanlar ya da maddi hayatın ötesine geçmiş (!) benzeri unsurlarca yapılabileceğini, bireyi ya da toplumu sınanmaya gelmiş varlıklar olarak irdeler. Hukuk’unu kutsiyete dayandırarak bütün eleştirel yaklaşımları toptan reddeder.

Yukarıdaki üç yönetim anlayışının da ortak özelliği, ticaret kuralları içerisinde kaba bir sermaye sömürüsüne dayanmaları, a sosyal ve gayrı insani özellik taşımaları, katmanlar yaratarak farklılıklardan beslenmeleridir.

Özünde kapitalist sistem içerisindeki temel çelişki emek-sermaye uyuşmazlığına dayanır. Üretimi gerçekleştiren çoğunluğun paylaşımda zayıf düşürülüşü mevcut ilişkinin basit tanımı olarak adlandırılabilir. Sistemin devamlılığını sağlayan devlet mekanizması, yasal düzenlemelerini bu merkezde oluşturarak sermayenin istem ve önermelerini hayata geçirmekle mükellef bir organa dönüşür. Sermaye gücünü ve devlet erkini elinde bulunduran azınlık ile üretimden gelen yığınların arsındaki sınıfsal zıtlık politik ayrışmalara zemin oluşturur. Daha fazla eşitlik, özgürlük ve adalet istemi alt örgütlenmelerle(sendikalar, kooperatifler, dernekler vb) bütünleşerek siyasi alanda kimlik arayışına girer.

Sosyal demokrasi; sosyal demokrat anlayış toplumsal örgütlenme ve yönetim biçiminde ayrı bir önem taşır. Bireysel özgürlüklerin toplumsal deviniminin sağlanmasına, ekonomik(üretimsel) gelişmelerin sosyal devlet kavramıyla tabana yansıtılmasına, yani refah devleti oluşumuna, eğitimden-sağlığa bütün alanlarda insan odaklı çalışma biçimine, dinsel, ırksal, farklılıkları reddederek hukuksal eşitliğin oluşmasına öncülük eder. Sosyal demokrasi katmanlar arası ilişkilerin düzenlenmesinde taraf olarak emeğin yanında yer alarak, alt örgütlenmelerle toplumun talep ve istemleri doğrultusunda çözümlemeler üretir. Bu nedenle sosyal demokrat anlayış sistem içi gibi görülse de diğer siyasi yapılanmalardan farklı bir siyasi sunuma tekabül eder. Bu sunum vahşileşmiş sömürü anlayışının reddi ve kabul edilemezliğidir.

İnsan olmanın temel pratiği doğmak-yaşamak-ölmekten ibaret kılındığında bu anlayışların kabul edilebilirliği sağlanabilir. Ancak insanı diğer canlılardan ayıran temel özellik üretken olması, üretimin sosyalleşmesiyle birlikte çevre ilişkilerinin genişlemesi ve bu ilişkiler içindeki üzerine düşen sorumluluğun salt kendi benliğiyle sınırlandırılamayacağı bilincinin oluşmasıdır. Bu bilincin yansıması yaşanabilir bir dünya mirasının kuşaktan kuşağa aktarılması olabilir.

Yaşadığımız yüzyıl göz önüne getirildiğinde, hala dünya üzerinde var olan çatışmalar, kışkırtmalar ve insana rağmen insanca olmayan davranış biçimlerinin tümü yukarıdaki temel çelişki olarak bahsettiğimiz sermaye şekillenmesinden kaynaklanıyor denilebilir. Sürekli Pazar kavgasının tetikleyicisi olan bu yaklaşım biçimi karşısında insana yaraşır bir duruş biçimi ancak asıl güç olan yığınların ortak, akılcı müdahalesiyle mümkün olabilir. Sonuç olarak bu dünya hepimizin ve onu yaşanılabilir kılacak olan davranış, biz üzerinde var olanların bir arada yaşam, dayanışma ve birbirimize duyduğumuz saygıyla mümkün kılınabileceğidir.
 

HAYRİ YÜCEL
29-11-2011